Pazar, Şubat 28, 2010

unutmak mı, delisin...

Aklını seviyorum demiştim ya en çok... Lafın gelişi değildi.

Aklın bakışlarında gösteriyordu kendini önce. Zihnin karışıktı hep, kafan dalgın. Demli bir çay gibi fokurduyordu aklın içeride; gözlerinin buğusu bundandı. Ağlayabileceğini hayal bile edemem ama gözlerinin derinindeki o hüzün kalbimi yaralıyordu, uzağa gitmemi engelliyordu gizli bir mıknatıs gibi. Yıllarca boşa sevmekten yorulmuş kalbimi çekiyordu kendine. Engel olamıyordum…

Aklın gözlerinden görünüyordu, içime doğuyordu gözlerime baktıkça sen. İçim ısınıyordu ışıltısında, gölgeli maviliğinde içim serinliyordu. Kısa metraj bir film oynuyordu gözlerinde mesaj kaygısız ama yine de düşündüren.

Aklının şekerli tadını ağzından almak, üzerinde toz şeker tanecikleri bulunan tatlı, sulu bir meyve ısırır gibiydi. Dilimi sevindiren, aklımı besleyen bu şekerli tad kolayca yok olmasın diye damağımda tutmaya çalışırdım. Yine de o müthiş tad, minik bir kirpiyi öpmüşüm gibi canımı acıtırdı bazen.
Seni öpmek demek, aklını öpmekti. Yüzün, gözün, burnun, dudağın,sen… senin aklın… Dudaklarım beyninin kıvrımlarında usulca gezinirken, hafızan zarar görmesin diye kullanmıyordum dilimi. Geçmişi silme niyetinde değildim. Geçmiş, seni sen yapandı. Usulca öpmek aklını bana yetiyordu. Öperken aklının kokusunu içime çekmek bana yetiyordu.

O baharatlı koku, kalp atışımı hızlandırıyor, kanım heyecanla akıyordu. İştahım açılıyor, gözlerim doluyor, sesim yükseliyordu. Zıplamak istiyordum göğe doğru, akıl kokunu aldıkça. Sulara dalmak, göklerde uçmak istiyordum. Aklının baharatlı kokusu içimde bir cümbüş başlatıyordu tefler çalınan. Her soluduğumda kırk gün kırk gece sürecek olan bir cümbüş. Hiç bitmeyen, hareketli gürültülü bir şölen; “aşk” adı verilen.
Burnuma gelen birçok koku birçok kez geçmişe götürdü beni; iyi kötü anılara. Ama bu koku, bu baharatlı akıl kokusu; şimdiki zamana çiviliyordu. Geçmişi yok sayıyordum, gelecekten korkuyordum içinde sen olmazsın diye. “Şimdi” ise umutluydu, güzeldi, benimdi, bizimdi. Sen vardın içinde etinle, kemiğinle, aklınla. Ve o kadar kısaydı ki, her güzel olan gibi.
Kokun zihnime mıhlıyordu seni, etime kaynıyordu görüntün. Önce usulca kanayarak sonra kabullenip kaynayarak karşılıyordu beynim seni. Gelecekte yaşanma olasılığı olan ve beni korkutan gidişin pek yakında ve zorlu olacaktı bu kesin. Tadın damağımda, söyleyemediklerim kursağımda kalacaktı.

Bir sabah erken, bana kendini anlattığında aklının sesini duydum ilk defa. Güneşli bir sabahı daha da aydınlatmıştı sesin. Aklın konuşuyordu, tanışıyorduk biz gerçekten bu defa aylar sonra. Memnuniyetim bakiydi. Ve biliyorum o an dinliyor olup olmamam umurunda bile değildi.
Aklının sesi güven veriyordu bana, anlattıkların masal gibi geliyordu. İnanılır masallar, bu dünyadan gerçek masallar; uyutmayan. Aklını dinlemek keyifliydi, ağzının engellediklerini alt yazıyla gözlerinden geçiyordu. Gözlerin uzaklara dalmakla meşgulse bile hüzünlü bakışın fısıldayarak anlatıyordu bana gene de.

İlk gerçek tanışmamız ve ayrılığımız sabah erken saatlere denk geldi. Kesiştik ve ayrıldık; hepsi bu sana göre. Ben o kesişme için ne uğraştım bir bilsen. Seni son defa gördüğüm o inadına güneşli sabahtan bir gece önce saçlarımı okşarken sen, ben yine aklınla uğraşıyordum. Sen bu sözüm ona tesadüfi kesişmeyi yavaş yavaş çözerken bir yandan ben sürekli inkar ediyordum yaptıklarımı. Konuşma uzadıkça saçlarımı okşamaya devam ediyordun, belki de sadece elini oyalıyordum düşünürken ama bana aklınla dokunmanı seviyordum işte. Aklının naif dokunuşlarını seviyordum.

Seni seviyordum…

Ve uzun zaman oldu şimdi kabul ama yine de unutmak mı? delisin..*

zynp